Hayata Notlar / Bilinçli Farkındalık 2 / Aralık 2020

ŞUURLU İBADET Mİ bilinçli farkındalık kazandırıyor?

BİLİNÇLİ FARKINDALIK MI şuurlu ibadet kazandırıyor?

İnsanlar, kendilerine verilen vakit, sağlık, mal-mülk gibi nimetlerin kıymetini anlamadan israf ettikleri gibi duyguları da veriliş hikmetlerini anlamadan boş yere harcayabiliyor. Kaygı, endişe, üzüntü, sabır gibi duyguları, çoktan geçmiş gitmiş olayları hatırlayarak veya daha gelmemiş, gelmesi de kesin olmayan kötü olasılıklara varlık vücudu giydirerek çarçur edebiliyorlar. Her hususta olduğu gibi duygularımızda da israftan sakınmamız ve onları yerli yerince kullanmamız gerekir. Nitekim her şeye hâkim olmak isteyen insanın önce düşüncesine hâkim olması lazım.Böylece sabrımızı geçmiş ve geleceğe dağıtmaktan kurtulur, yaşadığımız an için yeterli olan sabır gücümüzü korumuş oluruz. İşte anda kalma, anı yaşama, bilinçli farkındalık diye tanımladığımız batıdan aldığımız fakat batıya bizim inançlarımızdan giden kavram tam da bunu anlatıyor bize.

Bu konuda Bediüzzaman Hazretlerinin çok güzel bir hatırası geliyor aklıma; aynen naklediyorum:

Birinci Harb-i Umumînin birinci senesinde, Erzurum’da mübarek bir zat müthiş bir hastalığa giriftar olmuştu. Yanına gittim. Bana: “Yüz gecedir ben başımı yastığa koyup yatamadım” diye acı bir şikâyet etti. Ben çok acıdım. Birden hatırıma geldi ve dedim: “Kardeşim, geçmiş sıkıntılı yüz günün, şimdi sürurlu yüz gün hükmündedir. Onları düşünüp şekva etme. Onlara bakıp şükret. Gelecek günler ise, madem daha gelmemişler; Rabbin olan Rahmânü’r-Rahîmin rahmetine itimat edip, dövülmeden ağlama, hiçten korkma, ademe vücut rengi verme. Bu saati düşün. Sendeki sabır kuvveti bu saate kâfi gelir. Bu acı şekva yerinde ferahlı bir şükret.” O da tamamıyla bir ferahlayarak, “Elhamdülillâh, hastalığım ondan bire indi.” dedi.

İslam dini, insanın dünya ve ahiret saadeti temeline dayanmaktadır;dünya saadeti beden ve zihin sağlığıyla doğru orantılıdır. Namaz, oruç, zikir, yardımlaşma gibi sadece ahirete yönelik zannettiğimiz dini vecibelerin, günümüzde -bilimin gelişmesiyle- insanın zihin, ruh ve beden sağlığıyla doğrudan ilişkili olduğu ortaya çıkmıştır. Düzenli ibadet yapan insanların stres, anksiyete, depresyon gibi çağımızın yaygın psikolojik hastalıklarına daha dirençli oldukları genel kabul görmektedir. Gene düzenli ibadet yapan insanlar, günümüzde revaçta olan stresten arınma, huzur bulma yöntemlerine (meditasyon ve türevleri; yoğunlaşma, nefes terapileri, bedeninin farkına varma,bedenî hazlardan kurtularak ruhu yüceltme) ihtiyaç duymamaktadır.

Pek çok ayette ‘namaz’ kelimesi “namazı dosdoğru kılın” cümlesiyle birlikte geçmektedir. Bu ayetten anlamamız gereken sadece rükünlerin yerine getiriliş biçimi olmamalıdır. Namaz tabii ki farzları, sünnetleri ve vacipleriyle namazdır ancak namaz sadece şekilden ibaret değildir. Dünya meşgalesinden arınmak için önce abdest alınır ve hatta önce sünnet kılınır ki farz namaz hakkıyla kılınabilsin. İşte burada “bilinçli farkındalık” kazanmış, anda kalabilmeyi sağlamış insan o anda kimin huzurunda olduğunu idrak edebilen, namazın hakkını verebilen insandır.

Bir de tefekkür konusu var ki dinimizin üzerinde çokça durduğu fakat bir o kadar da ihmal edilen bir ibadet. Oysa Kur’an-ı Kerim’de ilim ve düşünceyi teşvik eden, sayıları 750’yi geçen ayet vardır. (Fıkıh ve İslam Hukuku ile ilgili açık ayetler 150 civarındadır.)


Ebu’d-Derdâ -radıyallâhu anh- da şöyle buyurur:

“Bir saat tefekkür; kırk gece nafile ibadetten üstündür.” (Deylemî, II, 70-71, no: 2397, 2400)


Allahü Teâlâ Kur’an-ı Kerim’de yaratılış mucizelerini göstererek, insanların bunları düşünüp ibret almalarını murat eder. Âlemin düzenini, yaratılış gayesini, verilen nimet ve güzellikleri, gece ve gündüzün dönüşümünü düşünen insan, Allahü Teâlâ’nın sonsuz ihsanlarıyla kullarını nasıl donattığı karşısında, O’nun büyüklüğünü idrak eder. Allah’ın azametini tefekkür eden insan, O’nun büyüklüğü karşısında gafletten kurtulur, imanı kuvvetlenir; acz, fakr ve kusurlarını anlar. Tahkîkî iman, tefekkür ve zikirle elde edilir. Anı yaşayamayan insan çevresindeki yaratılış mucizelerini fark edemez; her gün güneşin doğuşuna ve tabii akşam olunca batışına şükretmek bilinçli farkındalıkla mümkündür. Kar yağdığında bir an durup, etrafındaki/beynindeki kalabalıktan sıyrılıp nimet olduğunun farkına varmak, ilkbaharda açan çiçekleri gönül gözüyle görmek anı yaşamakla alakalıdır. Nitekim böyle bir tefekkür de duyguları derinleştirerek ibadetleri kolaylaştırır, huşû hâlini ve şükrü artırır.

Anı yaşamak, dinimizin ısrarla üzerinde durduğu “israf”ı önleme konusunda da etkilidir. Geçmiş acı tecrübelerinden kurtulmuş ve gelecek kaygısı yaşamayan insan şimdiki ana yetecek kadarıyla yetinir. Şeytanın fısıldadığı fakirlik korkusunu aşarak imanının derecesine göre; biriktirme, saklama eylemi içine girmeyeceği gibi ihtiyacından fazlasını da elden çıkaracak, kendine saklamadığı için muhtaçları da gözetecektir.

Yazının sonunda aklıma takılan soruyu sormadan edemeyeceğim; acaba bilinçli farkındalık kazanmak mı dinimizi şuurla yaşamamızı sağlıyor yoksa zaten dinini şuurla yaşayanlar kendiliğinden bilinçli farkındalığı kazanmış mı oluyor?